12 Temmuz 2015

Aşk satrancı, satranç aşkı







AŞK SATRANCI, SATRANÇ AŞKI


Geçtiğimiz hafta bayram tatili nedeniyle gittiğim kentte birkaç yıldır görüşmediğim eski bir arkadaşımı ziyaret ettim. ordan burdan, eski günlerden epey konuştuktan sonra bir ara "hayat satranç gibidir", benzetmesini yaptı. Epey tartıştık.


Evet, bugünkü verili haliyle yaşadığımız hayat tarzında gerçekten satrancın kuralları hayli geçerli. Taktik, strateji, sekiz-on-onbeş sonraki hamleyi göremeyeni hayat bağışlamıyor. İyi ama, sonuçta kazanan, gerçekten kazanmış mı sayılıyor? Arkadaşım inatla, "evet, kazanmıştır", diyordu. Kazanılanın sadece sınıf atlama, mevki, mal-mülk kazanma olgusu olduğunu yadsımıyordu. Ama hayatın artık başka bir amacı kalmadığını, diğer bütün amaçların ancak bu "temel amacın" gölgesinde ya da yedeğinde bir ekstra olabileceğini savunuyordu.


Daha fazla tartışmanın anlamsızlığını düşünerek, biraz da kırgın vedalaştım arkadaşımla. Yolda ve evde sesli düşünmeyi sürdürüyordum:


Satrancı pek bilmem, ancak taşların hareketlerini ve rakip taşları yeme yöntemlerini, görevlerini, büyük rok, küçük rok vb. bu kadar bildiklerim. Kaç defa oynamaya çalışsam da ısınamadım bu oyuna. Savaş oyunu, taktikler, stratejiler, düşmanın nasıl saldıracağı, ne düşündüğü, birkaç hamle sonra neler yapabileceği üstüne kurulu bir oyun.


Savaş insan doğasının olmazsa olmazı mı? Savaş ilkelliğin bir ürünü mü, yoksa uygarlığın kanıksanmış, içselleştirilmiş bir unsuru mu? Doğada, maddede görünen karşıtlıklar, artı eksi, mücadele, hayvanlar ya da bitkiler dünyasındaki yarış gerçekten bir savaş mı?


Artı ile eksi arasındaki ilişki savaş mı sevişme mi? Mıknatısın iki kutbu aşkla biraradalar belki de.


İnsanlık günümüzde varolan egemen hayat tarzını "insan gibi" kuramamışsa, bu vahşi, acımasız arenada elbette satranç kurallarını iyi bilen, uygulayan, bir başkasının acısına kayıtsız kalabilecek kadar vicdanının sesini bastırmış olanlar "sözde başarılı" olacaklardır.


Oysa uygarlık, güçlü olanın ayakta kaldığı, zayıfların aşağılandığı ve ölümü hakettiği bir arena değil, dayanışmanın, toplumsal hümanizmanın gökkuşağı altında yaşayan mutlu insanların dünyasını kurmaya doğru bir evrim, dönüşüm olmamalı mı? Böyle bir kültürel bilinçte iki hamle sonrasını hesaplamak ayıp olmalı, ikiyüzlüce bir davranış sayılmalı. Hesap kitap olmadan düşünmeli insan, düşündüğü gibi konuşmalı. Yüreği, aklı ve dili aynı şeyi söylemeli.


Ya aşk?


Ya aşk, demeye bile gerek yok ki. Hayat ve aşk nasıl birbirinden ayrılabilir? Ama üzülerek ve ne yazık ki nasıl hayata bir satranç ustası gözüyle bakanlar ve kabullenenler toplumun büyükkk ve çok büyükkkk paydasını oluşturuyorsa, aşkı da satranç tahtası üstünde süründürenler aynı paydaya sahipler. Hayatı satranç aşkının büyüsüyle yaşamaya çalışanlar, aşk satrancının hamleleri arasına şairlerden, filmlerden çaldıkları romantik replikleri ruhsuzca sıkıştırarak bir sonraki hamleye kadar sahte tatmin sesleriyle oyalanıyorlar.


Bu durum bile bir dereceye kadar bağışlanabilirdi, eğer aşk satrancına oturmuş iki oyuncadan biri hiç olmazsa sözcüğün o güzel anlamıyla "saf" olsaydı. Ama üzülerek ve ne yazık ki, iki oyuncu da hınzırca rollerini oynayarak bir yandan karşısındakinin hata yapacağı an'ı, hamlesini görme çabasında, öte yandan egosunu(vezir), süperegosunu(şah), -aslında arkasını- kollamakta.


Yoruldum artık tablayı devirmekten. İki de bir önüme sürülüyor hayatın ve aşkın satranç tahtası. Oynamıyorum. Size de.. tahtanıza da.. vezirinize de.. şahınıza da..


Hayata ve aşka sular seller gibi akmalı. Hesapsız, kitapsız.. Sözünü beklemeden söylemeli.. Hayatın ve aşkın engelleri yüksekse, karışamıyorsan eğer, durmadan hazırlan, şiirle, öyküyle, sözle, yüreğinle, aklınla.. Aşma, akma günün geldiğinde hazır ol her şeyinle..


ŞERİF ERGİNBAY
2002

Hiç yorum yok :