8 Temmuz 2015

Şükrü Erbaş Şiiri, Şeref Bilsel


Kitabı Yayınevinde İncele
Şeref Bilsel Şükrü Erbaş'ın İki Kitabını Değerlendirdi

Şükrü Erbaş, insanların renkleriyle, bulundukları coğrafyaların sınırlarıyla ilgilenmiyor. Merkezinde “insan” vardır her zaman olduğu gibi. Düzyazıları da “doğrudan”, imgesiz bir anlatımla oluşmaz, şiir gibidir.

Bugün yazılan şiir dün olduğu yine hayatımıza benziyor. ‘Mısranın haysiyeti’ göç etti bizden, sese tesadüf ettiğimiz  şiirde anlamı, anlamı yakaladığımız  yerde  sesi ara ki bulasın!  Bugün – eskiden olduğu gibi- şiiri tamamlayan unsurlardan pek çoğu bir arada değil. Belki de böyle olduğu için şiire dair tanımlar, beklentiler her şaire göre değişip durmaktadır. Çoğunlukla modern insanın yaşantısına uygun ‘parçalı, dağınık’ metinler karşılıyor bizi. Yazdıklarını yaşadıklarıyla harmanlamış, şiire ‘yapılacak’ bir şey olarak bakmayan bazı şairler sayesinde okuduklarımızdan, şiirin yaşadığına dair samimi işaretler alabiliyoruz. Bu işaretler üzerinden beklentilerimizi çoğaltıyoruz. Realiteye doğrudan temas eden, bunu yaparken bilgiçlik taslamadan sesten ödün vermeyen şiirleri dönüp dönüp okumamızın elbet bir anlamı vardır. İyi şairler sadece kendine benzeyenler için değil, hiç tanımadığı, tanımak istemeyeceği ve kendini anlatmaktan uzak insanlar için de yazıyor sanki. Böylece , iyi şiir sayesinde, söylenenlere muhatap olacak insanlar arasındaki siyasi, tarihi, kültürel unsurlarla biçimlenmiş mesafe de büyük ölçüde kapanıyor. İdeolojik, dinsel reflekslerin belirlediği bir konuşma, söylev yahut düzyazının şubeleri (Roman, hikâye, deneme vs.) içinde ortaya konmuş metnin, ‘yakınlaştırma’ şiir gibi konusunda gücü yoktur. Şiir kafadan çok kalbe, hâtıraya doğrulur, karşısındakinin hâtıralarını yeniden biçimlendirip dünyaya çıkartır. Bazı şairler kendisiyyle, geçmişiyle, babasıyla hesaplaşır bize ferah zamanlar göstermek için. Tıpkı Şükrü Erbaş gibi. Köylüsüyle, genelev kadınlarıyla, sinema önleriyle, grev çadırlarıyla, cezaevi hücreleriyle, bir babanın ağzında kabaran diş gıcırtısıyla, annenin gelecek karşısında yumak olmuş haliyle, devletin bekası için tüketilen azınlıkların geride bıraktığı boşlukla hepimize doğru konuşur. Bazı şairlerin yazdıklarından dünyaya aldanmadıkları, kapılmadıkları, her dem uyanık kaldıkları anlaşılır. Çünkü başkalarının aldanıp yaralandığı bir dünyada şair istese de aynı sulara girmekten tedirgin olur.
Şükrü Erbaş şiirinde bütün yönelişler insanın onurunu yücelten, koruyan tarihsel bir bilgiyi de yanında tutar. Öğretmez, gösterir, hissettirir. Düşüncenin sesi, duyguların içinde eritilmiştir adeta. Erbaş’ın birçok şiirinin kulaktan kulağa hızla ulaşması, şiir dışındaki aletlere ihtiyaç duymadan yayılması, hayatın dar alanlarında (işkencede, baskıda, ölümlerde, her türlü hasrette) bireyden topluma ulaşan bir bildiri gibi okunmasının nedenleri üzerine düşünürken şuraya varıyor insan: şairin yazdıkları,  farklı dönemlerde ortaya çıkan insani sıkıntılara, dertlere, ihlallere karşı duracak şiirsel bir yükü barındırıyor. Bu noktada muhatabını ortaya çıkartan, uyandıran,  yaşayan bir şiirdir söz konusu olan.

“Kirpiğin kaşa değmesi”

Şükrü Erbaş şiirinde topluma dair gerçeklikler lirik bir zemin üzerinden söz alır. Şiirin neyle yüklendiği  kadar, sesin, sözcükler üzerinden ‘nasıl’ bir temsile katıldığı ön plandadır. Şiir üzerinden aktarılmayacak tanıklıklara, katı gerçekliklere onun şiirinde rastlayamayız. Aktarılanların tazyiki şiirin yapısını yaralamaz, sakatlamaz. Bu bakımdan, diyebiliriz ki Erbaş, bildiren, öğreten bir şiirin değil, sezdiren, usulca gösteren bir şiirin yolcusu olmuştur hep. Bu durum onun şiirinin hiçbir vakit kesintiye uğramamış lirik çehresiyle ilintilidir. Lirik olanın içinde yayılmaya meyyal protest güç onun şiirlerinde sesle beraber anlamı da yanına alıp akıp gider. Zaten bir şiirin gündelik dil üzerinden yayılarak kendi etkinlik alanını genişletmesini, başkalarına hızla ulaşmasını merak edenler, bu durumu biraz eşeleyince toplumu yakından, farklı mekânlarda tanımış bir şairle karşılaşmakta gecikmeyecektir.  Kendi hafızamız, ‘şiirini tuttuğu insanın’ hayatından topladığı parçaları da onun şiirinin üzerine koyarak yeniden yazmak ister. Gece yazar, gündüz yazar; bir renkten, sesten, kokudan yükselerek yazar.  Böylece o şaire dair oluşan bilginin içine kendimizi de- bilerek, bilmeyerek- katmış oluruz.  Bu bilginin içinde büyük oranda sezginin olduğunu okur fark eder. Çünkü okur bir muhasebe, iktisat dersinin muhatabı değildir orada, harflerle karşı karşıyadır. Harfler bazen bir eşik, bazen bir kirpik olarak önümüze çıkar. Sonra  bir ‘kirpiğin kaşa değmesi’ gibi bizi alır Şükrü Erbaş şiirinin ortasına ‘ömür’  diye bırakır. Kirpik, kirpik olmaktan, kaş,  kaş olmaktan çıkar; ancak bir şairle tam anlamıyla açıklığa kavuşacak birer sembole dönüşür.  Bu arada okura ait bellek de tazelenmiş olur.  Sakladığı sözcüklere yeni anlamları var eden sesler, kokular eklenir.  Böyle zenginleşir dil,  vaktiyle dile getirilmiş olanlara taze bir dokunuşla temas edince şair. Bu temasın çoğaltan gücü Türk şiiri antolojisine yansır elbet.
Erbaş şiiri bir tanıklığın, yüzleşmenin şiiridir; bu tanıklıkta geçmişi onarma duygusundan (özellikle ‘baba’ figürü etrafında yazdıklarına bakılabilir) ziyade bugünü, özellikle geleceği  karşılama, kurma duygusu hâkimdir. İnsanın dünyaya karşı, karşılık beklemeden içini açmanın duygusu. Moda tamlamalar, kullanılmaktan pörsümüş buluşlar şairin yolculuğuna uğramaz. Hep bir tazelik, yeniliğe yöneliş (‘arayış’ değil ama) dikkatimizi çeker. Düzyazıları da şiiriyle aynı kökten, aynı dikkat ve samimiyetten şekillenmektedir. Düzyazılarının hemen hepsi birer mensur şiir gibi de okunabilir. Hatta Şükrü Erbaş’ın düzyazılarından söz açmanın beyhude olduğunu, düzyazılarının da şiirini tamamlayan, aydınlatan manzum metinler olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü şairin nesre ve nazma yönelmesindeki temel nedenlerin aynı kökten yükselerek sürgün verdiğini okuduklarımız bize duyuruyor.  Resmî ideolojinin, toplumsal normların dayattığı kültür, eğitim, ahlâkla hizalanmaya karşı bakışta, sezgide, nihayet dilde muhalif olma hali onun şiirlerinin bilgisel manada kurucu ayaklarından biri olmuş ve baştan bugüne değişmemiştir. Diyebiliriz ki şairle aynı dönemde şiire sokulmuş, ortak özellikleri birbirinin ayağına basmadan bir arada durmak olan kimi şairlerin etrafında oluşmuş, halk bilgisinden uzak elitist vitrine tam karşıdan atılmış bir tokattır Erbaş’ın yazdıkları. Bu bakımdan yürüyeceği yolu baştan kestirmiş, geçmişte yaşamak yerine geçmişin gerekli hallerinin kendisinde yaşamasına rıza göstermiş bir şairdir söz konusu ettiğimiz. İlhamını hayattan, gündelik hayatımızdan alan dingin bir söyleyiş. Bu dinginliği besleyen insan ve doğa manzaraları birçok şiirine sinematografik açıdan yeni sahneler açar. Anlatılanlar, söze muhatap olanlar kendi doğasını, çevresini yanında taşır. Bu canlılık şiirsel enerjiye eşlik eder, şiiri başka disiplinlerden gelecek bilgiler yoluyla anlamlandırmanın önüne geçer. Şairin, her geçen gün daha fazla ihtiyaç duyduğum bir sözüne takılıp dururum: “Önüne bakan insan, marş söyleyen binlerce kişiden daha etkileyici gelir bana”. Elbet öyledir, önüne bakanın içinden trajediler, yanık türküler geçer. Şükrü Erbaş, köylülerden, genelev kadınlarından yahut şehrin dağdağasını yüklenmiş kentli bireylerden söz açarken  ‘önüne bakan insan’ın trajedisini görünür kılar. Bu durum Türkiye’den bahsederken de böyledir, Kürdistan’dan bahsederken de…Bir de şu var: “Benim bütün hayatım, kıstırılmış insanın trajedisini canında duyma üstünde şekillenmiştir.” ‘önüne bakan birey’ aynı zamanda hayatın ve iktidarın değişik araçlarıyla ‘kıstırılmış insan’ değil mi?

Yalnızca aşka boyun eğdi

Herkesin yüksek perdeden ‘devrimci’ şiirler yazdığı dönemde o, bir genelev kadını üzerinden toplumsal ahlâka sert eleştiriler getiren şiirler yazdı. Sonuçların insanı galeyana getiren tazyikinden ziyade sebepler üzerinden şiire açıldı. Pek çok insanın Ankara’nın doğusuna susarak baktığı dönemlerde Kürt sorununu değişik cephelerden ortaya koyan şiirler, yazılar kaleme almakta gecikmedi. Dicle Üstü Ay Bulanık, 1990’larda Kürt coğrafyasına, kültürüne, dolayısıyla  diline karşı merkezi otorite tarafından, yakıp yıkarak  yok etmeye doğrulmuş eylemlerin şiir üzerinden tutanakları olarak da okunabilir.  Bütün bu tanıklıklar sırasında Şükrü  Erbaş bir tek şeye boyun eğdi: aşka. Şudur dediği: “Aşka başımı eğmeseydim, ne bir inceliğim olurdu, ne şiire sahip olurdum, önce yokluğuyla eğitti beni, sonra varlığıyla.” Şairde aşk bahsi sadece iki kişi arasında vücut bulmuyor; sokağa iniyor, halkın gözlerine, çocukların ellerine bakıyor. Aşk, en karanlık, baskı altında tutulmuş yerlerde bile kendini var ediyor. Bilenler bilir: şair konuşurken de yazının verdiği inandırıcılığa paralel bir yol tutuyor, onun dilinden hayat sevinciyle, hüznüyle akıp gidiyor. Dinleyenler onun konuşmaları içinde kendi seslerini, unuttukları hâtıraları, vaktinde söyleyemedikleri için hayıflandıkları cümleleri bulmakta gecikmiyor. Kente hem bir kentli olarak hem de dışarıdan bakabilmesi, anlattıklarının inandırıcılığını artırıyor. Kentin karmaşasının, dağdağasının karşısına gerekirse masallarla, halk hikâyeleriyle, türkülerle çıkıyor. Çünkü konuştuğumuz dilin, halkın ürettiği edebi mahsüller içinden geçerek bize ulaştığını biliyor.  Şehre varan insanın parçalanmış, yabancılaşmış, şeyleşmiş hayatını dille tamamlamaya, açıklamaya çalışır. Evet, yarım bırakılmış hayatları, hayalleri, oğulları, kızları, anaları, coğrafyaları dille tamamlamaya çalıyor.
Şükrü Erbaş’ın şiire nasıl davrandığını açık eden en dikkate değer görüşlerinden birine uğramadan, onun şiir anlayışına dair söyleyeceğimiz her şey eksik kalacaktır diye düşünüyorum. Şöyle der: “Ben şiirle, hayatın zamanında vermediği ne varsa yerine koymaya çalışıyorum.” Bu ifadelerin üzerine, şiirle sahici bir bağ kurmuş olanlar başka ne ekleyebilir? Erbaş’ta sözcükler kederlidir, şiirdeki ses de kederli, ama şiir tamamlanınca okura devrettiği duygu bu kederden yontulmuş geniş zamanlı bir bilgiyi de yanında taşıyor. Ses ile anlam, keder eşiğinde selamlaşıp şiirin sonunda bir bütünlük içinde okuru karşılıyor. Birçok şiirde ‘aşk’ bahsinde insan bütün uzuvlarıyla ( boyun, omuz, karın, göğüs, ağız, dil, kirpik, kaş, avuç, kalça el’ in içinde durduğu Bahçe, Çiy Taneleri, Yıldızlar adlı şiire bakmak bile bir fikir verebilir.) yeniden tanışıyor. Aşktan bahsettiği şiirlere toplanan sözcükler bir gövde sözlüğüne, söz sanatları bahçesine dönüşüyor. İlk kitabı Küçük Acılar (1984)’dan son kitabı Bağbozumu Şarkıları’na (2012) yürünen yolun bize bıraktığı görünen bir özellik var: Son kitapta şair sözün darasını alıyor,  toplumsal meseleleri kendi üzerinden ortaya koya koymaya başlıyor ve yaşamı daha bir yüceltiyor. Bunu yaparken eskiden olduğu gibi bütün insanlık görüş alanındadır; insanların renkleriyle, bulundukları coğrafyaların sınırlarıyla ilgilenmiyor. Merkezinde ‘insan’ vardır her zaman olduğu gibi. Düzyazıları da ‘doğrudan’, imgesiz bir anlatımla oluşmaz, şiir gibidir. Erbaş’ın şiirinde olduğu gibi nesrinde de baskın olan yazdıklarında aklın katı, soğuk, didaktik cephesinin bertaraf ediliş, eritilmiş olmasıdır. Şiirinde- hatta düzyazısında, özellikle iç kafiyeler-  müzik, söylenmek istenenin sertliğini alır, onu hafızada kalacak kalıba düşürür. Bu ezginin gücü algılayanları zorlamaz. Böylece şair kesintiye uğramış, yaralanmış, yağmalanmış hayatları dil içerisinden sarar. Başka dilleri (başta Kürtçe olmak kaydıyla) konuştuğu dille kucaklar, ihata eder. Onun şiiri diller arasında bir selamlaşmanın şiiridir aynı zamanda.

Neden başkalarını sevemiyoruz?

Şükrü Erbaş şiirinin çok kişi tarafından hafızada taşınmasının nedeni  ‘iyi’ olanı ‘güzel’ anlatması olabilir. Güzel ve iyi. İlki estetik olana diğeri etik olana dair. Her koşulda dayanışmanın, özgürlüğün, sevginin, barışın yanında olmayı seçmiş bir şairin, belki bütün bu kavramları korumak uğruna bütün şiirlerine- özellikle son kitabına- yayılmış ölümle hesaplaşma isteği de bizi yakalıyor.  Tıpkı Dicle Üstü ay Bulanık kitabının, “Biz neden başkalarını sevemiyoruz” temel sorusu üzerinden, acının ortasından yazılmış olma duygusunun bizi yakaladığı gibi.
Şükrü Erbaş’ın gerek şiirleri gerekse düzyazıları, dünyanın körlüğüne, sertliğine karşı -ancak bir biriyle tamamlanan- bir makasın iki ağzı gibi açılmış bizi bekliyor. Şiir ve yazılarının ortaya çıkardığı hacim, kendi geleneğini oluşturmuş bir şairle buluşturuyor bizi. Şairine ihtiyaç duymadan yaşayan ve yaşayacak olan bir şiir birikimidir önümüzde duran.

Şeref Bilsel

İZDİHAM


Hiç yorum yok :