erginbay ve şiiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
erginbay ve şiiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ağustos 2018

Fikret Otyam Anması, İlhan Berk Dahil


İki zor insan; Fikret Otyam ile İlhan Berk’i barıştırmak oldukça kolay oldu.

OTYAM VE BİRKAÇ ANI

Fikret Abi ile ilk karşılaşmamız 1992 yılında Değirmen’de oldu. Filiz ablayla birlikte Aksaray Belediyesi’nin davetlisi olarak yola çıkmışlar, öğle yemeği için değirmene gelmişler. Ben fırının başında kiremitte alabalık yapıyordum, epey müşteri yoğunluğu olan bir gündü. Arkamdan bir ses gürledi: “Vallahi burada bir rakı içemezsem kahrımdan ölürüm”. Baktım, gök sakallı bir adam, hemen tanıdım elbette. “Fikret Abi hoşgeldiniz”, dedim. Dağın taşın arasında, böyle ıssız bir yerde kendisini tanıyan biriyle karşılaşmak hem tuhafına hem de hoşuna gitmişti. Elbette o gün ölmekten kurtardım, güzel demlendik. Uzun uzun sohbet ettik. Bu daha başlangıçtı. Dostluğun, baba/abi-kardeşliğin, hal hatır bilmenin, vefanın, büyük insanlığın, erdemin ne olduğu, ne olması gerektiğini gün ışığı gibi şahsında hep gösterdi.. göstermekte Fikret Abi.

2000 yılında Değirmen’i arkamda bırakarak Antalya’ya taşındım. Zor bir dönemimdi. Fikret Abi nasıl yaptıysa izimi sürüp bana ulaştı Gazipaşa’dan, telefonla: “Ne yapıyorsun, ne yiyip içiyorsun, geçimin nasıl, çoluk çocuk iyi mi”, diye soran neredeyse tek insanımdı. Tanıdıklarına birkaç tavsiye mektubu yazdı, biraz da baskı yaptı (muhtemelen bol küfürlü), sayesinde iş bulabildim. Bu adamı nasıl unuturum şimdi ben.

Sonraki yıllarda Antalya kültür sanat ortamına daha çok girer oldum, biraz da belediyedeki görevim nedeniyle. Ülkemizin değerli şair, yazar ve eleştirmenleriyle yüzyüze sohbetlerde, söyleşilerde, sempozyumlarda karşılaşma, tanışma imkanım oldu. Özellikle İlhan Berk her Antalya’ya geldiğinde birlikte uzun yürüyüşler yapardık. Bir yürüyüşümüz sırasında -yanılmıyorsam 2007 yılı- Konyaaltı caddesindeki Fikret Abi’nin evinin karşısındaki banka oturduk, biraz dinlenmek için. Ben konuyu Fikret ve Filiz ablaya getirdim, anlattım biraz. İlhan Berk: “Biz birkaç yıldır küsüz, benimle konuşmuyorlar”, dedi. Ben: “Şu karşımızdaki apartmanda oturuyorlar”, dedim. Parmağımla kaldıkları daireyi gösterdim. Belli etmese epey heyecanlandığını hissedebiliyordum. “Sende telefonu var mı”, dedi. Olduğunu söyledim. “Arasana”, dedi, “Ama benim adımı verme, surpriz bir misafir getireceğini söyle”, dedi.
Epey gerildiğimi itiraf edeyim. İki zorlu insan, küsmeleri için de zorlu sebepleri olmalıydı. Fikret Abi’nin öfkesinin önünde durulmazdı zaten. Ya ikimizi bir kapıdan kovarsa. Korka korka aradım, Filiz Abla açtı telefonu, Fikret Abi’ye verdi. “Ne demek, başım gözüm üstüne, gelin”, dedi Fikret Otyam. Biraz rahatlamıştım, kim bu misafir falan diye ısrar etmemişti. “Yakın bir yerdeyiz zaten, hemen geliyoruz”, dedim.
Zile bastım, İlhan Berk arkama saklandı, güneş gözlüğünü çıkarmamıştı. Kapı açıldı, ben girince İlhan Abi açıkta kaldı haliyle. Otyamlar’a, “Ne kadar karanlık burası, ışıkları açar mısınız”, dedi. Gülüştüler, sarıldılar. Ben bu espirinin basitliğine bir anlam verememiştim, sonradan sohbet ederken anlattılar, çok uzun yıllar önce kendi aralarınra özel bir anısı varmış meğerse. Uzun uzun sohbet edildi. Küsme nedenlerinin kaynağındaki yanlış anlaşılmalar, kulaktan kulağa aktarılan yanlış bilgilendirmeler sonucu olduğu konusunda hemfikir olundu. Ortam epey rahatladı. Fikret Abi’nin resimlerini bir kez daha tavaf ettik İlhan Berk yorumları eşliğinde. Filiz Abla'nın Anadolu motiflerini yeniden yorumladığı çulhalık işi özgün dokumalarından ve fotoğraflarından konuştuk. Hayatın bana sunduğu bir şans olarak iki zorlu insanı barıştırmanın kolaylığı ve anısı. İki değerli insanı da Ağustos’ta uğurladık sonsuzluğa.

Elbette barıştıramadıklarım da oldu. Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlemeye karar verdiği Resim Festivali dolayısıyla “Resmin festivali olmaz”, diyen Otyam’ı ikna etmek mümkün olmadı. Beni aracı yaptılar, birkaç kez yüzyüze görüştüm, alttan alarak Fikret Abi’yi yumuşatmaya, uzlaştırmaya çalışırken hep ikna olan ben oldum.

Özleniyorsun Fikret Abi. #FikretOtyam

Saygılar ve selamlar Filiz Abla. #FilizOtyam

Unutulmazsın İlhan Abi. #İlhanBerk

Dizgisine yardım ettiğim
kitap hazırlıklarından biri sırasında: Mart 2013

Hiç tanışmamışken, yalnızca kitabımı yollamıştım. Birkaç ay sonra İlhan Abi Bodrum'dan bu kartı atmıştı bana. Teşekkürler İlhan Berk. 




17 Temmuz 2015

Biyografi


Süleyman Gök çizgileriyle Şerif Erginbay, 2004



ŞERİF ERGİNBAY

Gerçek adı Mehmet Bozkurt, şiirlerini Şerif Erginbay diye imzaladı, öyle yayınladı ve tanındı. 1957’de Antalya’da, bir dağ köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Karaman’da parasız yatılı, liseyi Manavgat’ta okudu.

1980-83 arası Samsun 19 Mayıs Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne devam ettiyse de 12 Eylül’ün hışmından kaçamadı, cezaevine girdi.

1987 yılında Karpuzçay’ın çok çok yukarılarında, Ahmetler Kanyonu’nun girişinde (Akseki ilçesine bağlı Murtiçi’nin üç km. batısında) keşfettiği eski bir su değirmenine yerleşti. Dostları, eşi ve iki çocuğuyla 13 yıl burada yaşadı: “Dar Köprü” şiir kitabı bu sürecin ürünü.

2000’de Antalya merkeze taşındı. 2000-2004 yıllarında Antalya Büyükşehir Belediyesi, Basın Müdürlüğünde metin yazarı olarak çalıştı. Emekli oldu. Antalya’da yaşamaya, yazmaya ve metin yazarlığına devam ediyor.

Uzun yıllardır “acı serüven” düşe kalka sürdürdüğü şiir çalışmalarını, 1988 yılından başlayarak Son Yeni Biçem, Kıyı, Yaşasın Edebiyat, Bahçe, İnsan Şiir Defteri, Morca, S’imge, Etken dergilerinde yayımladı. İlk kitabı Dar Köprü 2000 yılında Hera Şiir Kitaplığı’ndan çıktı; 1987-2000 yılları şiirleri.

2000-2014 yılları şiirlerini kapsayan “Geniş Zamanlar” adlı yayıma hazır dosyası ise, kent yaşamında sıkışmışlığın, içimizdeki doğanın da yitirilme endişesinin, telaşının, aşkın bir umut ve varoluş izleği olarak ‘büyük zaman’a tutunabilme çabası olarak da okunabilir.

2014 yılı ve devamını içeren, kendi deyimiyle “güncellenen şiir dosyası’ “Ad Bir Çiçektir” son çalışması ve yazılması sürecek.

Bütün çalışmalarını E-Kitap olarak yayınlayarak sanatseverlerle, şiir dostlarıyla, arkadaşlarıyla sosyal medyada ve internette paylaşıyor.

16 Temmuz 2015

Neden "Erginbay"..?

Çok sık karşılaştığım bir soru: Gerçek adın Mehmet Bozkurt olduğu halde neden “Şerif Erginbay” adıyla yazıyorsun? Sanırım yanıtı tam olarak duygularımı dillendiremesem de alttaki yazıda:
....................................................
Zeki Erginbay, 23 Ocak 1977 günü Şişli-Osmanbey’de çalıştığı İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nden çıkışında güpegündüz kaçırıldı. 2 Şubat 1977 günü Şile yolu üzerinde cesedi bulundu. Cesedin incelenmesinden sol göğsünde bir kurşun yarası ve vücudunun çeşitli yerlerinde işkence izleri tespit edildi. 12 Mart 1971’de Dev-Genç ve THKP-C davalarından yargılanan Zeki Erginbay Kurtuluş Hareketi’nin 1976’dan sonra İstanbul’da örgütlenmesinde önemli katkıları olan militan bir devrimciydi.
....................................................
“… Hapishane, tutukevi, demir parmaklıklar, sıkı yönetim, fakülte [İnşaat Mühendisliği], dergi [Teknik Güç], zulüm, tabanca, bıçak, işkence, ölüm, morg, mezarlık, otopsi… Kısa süren bir ömrün hızla çevrilen sayfaları. Bu yaşam öyküsü 1970′ler Türkiye’sinin kesitidir. Zeki ve Zeki’ler ölürlerken yaşamın utancı toplumun yüzüne yansımaz mı? Gerçekte hepimiz öleceğiz. Yaşamın anlamını her sevdiğimizin ölümünde biraz daha anlayıp algılayarak. Yaşamın anlamı nedir? Tutukevi midir? Demir parmaklık mıdır? İşkencehane midir? Faşistlerce kaçırılıp öldürülmek midir? Aşık olmak mıdır? Sözlüsüne doğru dürüst kavuşamadan otopsi masasına yatırılmak mıdır? Yoksa tümü birden midir? Tüm devrimci mirasın zehir zakkum tadını baldıran şerbeti gibi içmek midir? Zeki gibi yaşarsa insan, bin yıllık insanlık sürecini otuz yaşına varmadan özümser mi? Şu dakikada bilemem. Yazının şu satırlarına vardığımda, bildiğim, içime çöken sızıdır. ‘Zeki’nin ölümü üstüne yazıyorum. Şimdi tek gerçek bu. Ama Zeki’nin ölümünde nice doğumların özü oluşuyor. Bir gerçek bu. Bu gerçek, Zeki Erginbay’ın ölümünden daha evrensel bir gerçektir. Zeki yaşarken biliyordu bunu. Bilmese seçer miydi seçtiği yolu; ölür müydü öldüğü gibi…” İlhan SELÇUK  11.02.1977
* * *
O günlerin acısı, hüznü, öfkesi ve hengamesi içinde bu yazıyı okumuş muydum? Şu an pek emin değilim. Ama ortaokul yıllarımdan beri şiir heveslisiydim ve giderek güncel iklimin duygularını daha çok yansıtmaya, görev aşkıyla, emeği ve mücadeleyi yüceltmeye adanan acemice de olsa ‘bizce’ anlamlı şiir olanın ardından koşmaya devam ediyordum. Soyadımın güne göre keskin, antipatik ideolojik anlamı, günün illegalite abartısı vb. nedenlerle kendime mahlas arıyordum. Zeki Erginbay üstüne abilerimizin yaptığı konuşmalardan karakter ve fizik olarak bana yakıştıranlardan sonra kendime Erginbay soyadını seçtim. Bu bir tür vefa, süreklilik, adını yaşatmak vb. karmaşık duyguların sonucuydu. “Şerif” ise daha özel arkadaşlığımız olan başka bir kaybımızın adıydı..



ZEKİ ERGİNBAY
Ad bir çiçektir, derdi köyün bilge kadını: Yaşlı, okumasız yazmasız, dağların ırmakların belleği!
İlk gençliğim yolunu ararken portakal bahçelerinde içilen şaraplarda, meydanlarda omuz omuza, örgüt evlerinde okunan kitaplarda, sabahsız sigaralarda çaylarda; senin işkence izleri ve kurşun yarasıyla örselenmiş cansız bedenin 2 Şubat 1977’de bir çığ gibi düştü üstümüze Zeki Erginbay!
Bir çiçek adın dünyanın yaşında. Her eksik yaşam alınmamış bir intikamdır hayattan; ölümün borcunu üstüme aldım, adını adıma. Alındım üstüme üstüme dünyanın karanlığını, hoyratlığını gecelerin ve güneşli günler umuduyla yeşerdim.
Yeniden öğrendim:
Ad bir çiçektir kalbin üstüne.

ŞERİF ERGİNBAY

13 Temmuz 2015

MEHMET H. DOĞAN, ŞİİRCE 23, Son Yeni Biçem Dergisi, 1998


MEHMET H. DOĞAN
MEHMET H. DOĞAN

ŞİİRCE 23

Fazla iç içe, çok burun buruna yaşamanın şiirleri yazıldı, yazılıyor son zamanlarda. “Ah kimselerin zamanı yok/ Durup ince şeyleri anlamaya” diyen Gülten Akın’ı doğrulamak ister gibi, hep aynı yerde durup bakmamın şiirleri. İster yalnız başına, ister kalabalık içinde. Belki de şöyle bir durup çevreye, hatta kendine bakmak gerekiyor. Kim bilir belki de o zaman “Çok yakın[mış] bize en uzağımızda olan…” diyebileceğiz.
“Vazgeçişlerimizin sınırsızlığıyla şaşkın olanlar zırhlar/ edin[ecek]ler hemen. Önemsedikleri sözcükleri/ birer birer yitir[ecek]ler.”
“Yine de/ kösnül sığınaklar ülkesi/ yaşatacak son yalana dek/ ikiyüzlülüğün krallığını.” Bilinenden, alışılmıştan, sınırlayandan, yabancılaşılmıştan geriye çekilme. Bireyleşmenin, kişilik edinmenin yolu kaçınılmaz olarak buradan geçiyor. Baka baka unuttuğumuz yüzümüzü, söylene söylene duymaz olduğumuz adımızı yeniden görmek, duymak için aynada uzun uzun bakmamız gerekiyor kendimize, adımızı yüksek sesle tekrarlamamız gerekiyor. Artık görmez olduğumuz çevremize, onun içindeki nesnelere de öyle.Alışmanın körleştirici etkisinden sıyrılmanın çok zor olduğu apaçık, ama şiirin, şairin buna gereksinimi de kaçınılmaz. Yeni bir ses derken, hiç bilmediğimiz, bugüne kadar duymadığımız, uzaydan gelen bir şeyi kastetmiyoruz elbet; o yeni sesin –şiirin demek istiyorum- bildiğimiz, tanıdığımız sözcükleri kullanarak bize hiç düşünmediğimiz bir şey söylemesini; gözümüzü yeni şeylere açmasını; sanki yeni âşık olmuşuz gibi bize umulmadık sevinçler, yürek çarpıntıları, sanki çok sevdiğimiz birini yitirmişiz gibi dayanılmaz acılar getirmesini; ayaklarımızı yerden kesmesini, bizi duvara dayamasını; bizi asi, bizi yürekli kılmasını istiyoruzdur.
Bana bütün bunları duyuran, düşündüren yukarıdaki dizeleri, 41 yaşındaki Antalyalı bir genç şairin, Şerif Erginbay’ın bana göndermek inceliğinde bulunduğu Dar Köprü adlı şiir dosyasındaki şiirlerden rastgele alıyorum.
Genç şiirde alışılmamış bir ses Erginbay’ınki; doğanın ta içinden geliyor, ama doğaya, demin dediğim gibi, “sınırsız vazgeçişler” köprüsünden geçerek bakmanın şiirleri bunlar. Bunun ne demek olduğunu şairin kısa yaşamöyküsüne baktığımızda daha iyi anlayabiliriz:
Şerif Erginbay, 1957 yılında Antalya’nın uzak bir dağ köyünde doğmuş. İlkokulu köyünde, ortaokulu Karaman’da parasız yatılı, liseyi Manavgat’ta okumuş. Gençlik yıllarında kuşağının bir çok insanı gibi değişik cezaevlerine girmiş çıkmış. 1980-83 arası Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okumuş. 1983 Yılında yeniden cezaevine alınmış ve okulla ilişiği kesilmiş. 1987 yılında Karpuzçayı’nın çok çok yukarılarında (Ahmetler Kanyonu) eski bir su değirmenine yerleşmiş. On yıldır kamp yeri ve lokanta olarak kullandığı değirmende yaşıyormuş, eşi ve yedi yaşındaki oğluyla…
Doğayla iç içe, ama ona teslim olmadan, onunla konuşmaya, dost olmaya, onu anlamaya, ama kendini de ona tanıtmaya çalışırken çok yalın bir şiire ulaşmış Erginbay.
Bu şiirleri okurken, sudaki sabrı, kurşuni bulutların devingen duvarını, gündüzün uysal elini, iki pencere yalnızlığında bir gelip bir giden yağmur kuşlarını, gülün ağzından düşen çiy damlasını, şarkısını çürük kayaların içinden çıkaran kar sularını görüyor, hissediyor; hatta sonunda, Mektup şiirinde olduğu gibi
“Gönderilmeyen mektuplar da gider”
ya da
“’İşte burada!” diye bağırdı. ‘Eğer burada yer bulamazsa
hakikat kendine, bütün yolculuk düşleri boşuna!’”
diyecek kadar yalınlaşıyor ya da bilgeleşiyor insan.
Sınırsız vazgeçmeler sonunda yaşamda ulaşılan arınmışlık şiirlere de yansıyor: belli ki uzun bir birikimin, yazıp bozmaların, yüz kere değiştirip yüz birincide yakalanan yalınlığın şiiri bunlar: “Uzun bir çığlık için yıllarca susmak gerek”. Yirmi şiirlik ufacık bir şiir dosyasında eşsiz güzellikte dizelerin, dörtlüklerin birden gözünü alması insanın, bundan:
“Kösnül bir güz başlar,
Upuzun ve unutulmalara açık.
O göksel imge: özgürlük
usul usul içimizi oyar.”
Şiirimizin epeydir unuttuğu bir yerden bakıyor Erginbay’ın şiiri: Yirminci yüzyılın sonunda, Türkiye’de, kentin, küreselleşmeye endeksli yaşamın insanı unufak öğüttüğü, çaresiz gelen düşünsel, duygusal yoksulluğa dayanamayıp ağır yok oluşa boyun eğdirdiği; ya da minyatür, yapay ve sanal özgürlük hayalleriyle oyaladığı bir ortamda şiirinden başka kurtaracak bir şeyi kalmayan şairin çekildiği Dar Köprü’den.
Sevgiyle, coşkuyla selamlıyorum bu şiiri!
......................
MEHMET H. DOĞAN, Son YENİ BİÇEM, Sayı: 65, Eylül 1998


İlhan Berk'ten Şerif Erginbay'a, 2001



Erginbay Şiiri Üstüne Özlem Çiçek Yazısı

GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUPLARI DA GİDEN BİR ŞAİR: ŞERİF ERGİNBAY
“Mermerle bir yazılmışsa tarihi
Gönderilmeyen mektuplar da gider
-anla nereden geldiğini hüznün- “
Dinginlik içini ürpertir mi insanın? Sakin dalga oyar mı kıyıları?
Şiirler vardır; iç denizimize usulca demir atan. Altı çizilmemiş, ışıltılar kuşanmamış, törensiz, gürültüsüz...  Yalınlığın en değerli bezek, fısıltının en yakıcı haykırış olduğunu duyumsatan...  Suskunun kundağında büyütülen çığlıklar vardır.
“Uzun bir çığlık için yıllarca susmak gerek;
şafak için gece nasıl susarsa,
Dere coşmak için nasıl beklerse Kasım’ı.
Uzun bir çığlık gerek
vurmak için karanlığı!”
Kimi insanların özel bir duruşu vardır hayata karşı. Hiç çaba göstermeden sezdirirler “kim”liklerini; kullandıkları dil, ait oldukları değerler dünyasının imlerini taşır. Şerif Erginbay'ın ilk kitabı “Dar Köprü”nün “Neden Sanat?” başlıklı giriş yazısında olduğu gibi...
“Eğer aforizma biçiminde dillendirirsek çok farklı açılardan bakabiliriz sanata. Bu tarz bilginin sağladığı genel bakış, ayrıntılarda yitip gitmekten korur bizi çoğu zaman.
Bütün kötülüklerin anası; insanın üretimine ve üretiminin sonucuna, giderek doğaya, kendi cinsine yabancılaşması, yabancılaştırılmasıdır. Endüstriyel sistemler sonunda ‘insanın organik olmayan organı: doğa’ ile bağlarını dumura uğrattılar, kopardılar.
Sömürünün, eşitsizliğin, savaşların, baskıların, ekolojik sorunların gün geçtikçe katlanarak büyümesi şu lanetli öngörüyü akla getiriyor: ‘İnsanlık toplu olarak soysuzlaşabilir.’ Ne yazık ki, yazılı tarih böyle bir evrime yönelmeyeceğimize ilişkin fazla bir kanıt sunmuyor bize.
İnsan türü için böylesine korkunç bir yıkımın ancak sanat önüne geçebilir. Sanat, insan tinini yeni bir olgunluk sınavına hazırlayabilir. Sanat ve entelektüel çaba günlük yaşantıda insan davranışına yön verici içselleştirilmiş bir güce ulaşabilirse, tarihin ve coğrafyanın örsünde insan tinine yeni bir biçim vermeyi başarabilirse, belki o zaman gezegenimizde yaşanılası bir hayat filizlenebilir.”
Şairin yaşam öyküsünde 52 yıla sığdırdığı upuzun yolculukların izi var:
Kimlik adı Mehmet Bozkurt olan Şerif Erginbay 1957 yılında Antalya’nın uzak bir dağ köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Karaman’da parasız yatılı, liseyi Manavgat’ta okudu. Gençlik yıllarında kuşağının birçok insanı gibi tutuklandı, cezaevlerine girdi-çıktı. 1980-83 arası Samsun 19 Mayıs Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. 1983 yılında yeniden tutuklandı, okulla ilişiği kesildi.
1987 yılında keşfettiği (Murtiçi-Ahmetler Kanyonu) eski bir su değirmenine yerleşti. Kamp yeri ve balık lokantasına dönüştürdüğü bu değirmende dostları, eşi ve iki çocuğuyla 13 yıl yaşadı. Bu süreçte kendini değirmenle özdeşleştirdiğini duyuruyor bazı dizeler:
Gün gösterendir
hain aynasında yitikleri.
Ve taşır durur kederi
bir bedenin ıssız değirmenine.”
Uzun yıllardır düşe kalka sürdürdüğü şiir çalışmalarını, 1988 yılından başlayarak Son Yeni Biçem, Kıyı, Yaşasın Edebiyat, Bahçe, İnsan Şiir Defteri, Morca, S’imge, Etken dergilerinde yayımladı. İlk kitabı Dar Köprü 2000 yılında Hera Şiir Kitaplığı’ndan çıktı.
Dar Köprü'nün ikincil adı: “Bir Düşülke'nin Yurt Edinme Öyküsü.” Kitap -alt başlıklarıyla şairinin yaşamındaki  sapaklara dikkat çeken- üç bölümden oluşuyor:
Dar Köprü,1: Arayış... Karşılaşma... Tanışmalar..
Dar Köprü, 2: İlişkiler... Savrulmalar... Deneyimler...
Ayrı Gibiler: Kadınlar... Adamlar... Aşklar... Kaçışlar...
Yurt edinilmesi gerçekliğin duvarıyla engellenen “düşülke”, -savrulmalara ve kaçışlara karşın- şairin yüreğini yurt edinmiş.
“Ey gökyüzünün başını döndüren kartal!
Düşlerde yol alışı sürgünün
yitirdiği dal üstünedir.
Yorgun değilsin taşın yüreğini aramaktan,
kök yadsımasa,
dal ezmese bağlılığıyla seni.”
Şimdi bir yanı Toroslar’da, bir yanı Akdeniz’de.  2000’den beri Antalya’da yaşıyor. Metin yazarlığı, edebiyat dergiciliği, grafik-tasarım ve masaüstü yayıncılıkla uğraşıyor.  Yeterince dağıtımı olmadığına inandığı Dar Köprü ile baskıya hazır yeni şiirlerinden oluşan Geniş Zamanlar'ı bir arada "Dar Köprü ve Geniş Zamanlar" adıyla yeniden kitaplaştırmayı tasarlıyor. Köprüler daralırken zamanı genişletmenin sırrını üleşmek için belki...
“İki kanat eğilir önünde eksilen günün
Dünü anımsayarak genişler zaman
Sırdaş bulut örter üstünü gülünün
İki kanat, şimdi uç dallarına konan.”
İlk kitabı çıktığında hissettiklerini, “yılların hesabını vermek gibi” diye özetliyor, “ben buyum, buraya sığdırabildim sonunda kendimi, işte anahtar demenin farklı bir yolu.” Anahtar eğretilemesi yerinde, ama derin iç dünyasını şiire sığdıramıyor şair. Dizelerden taşan duygu okuru da derinlere çekiyor.
“Şairin hayatı şiire dahil” diyor ya Cemal Süreya,  Şerif Erginbay da yaşantılarını, dünya görüşünü ve deneyimlerini ustaca harmanlıyor dizelerinde. Hüznünü, kırgınlığını, yenilgilerini serpiyor üzerine; ama en çok yorulmayan umudunu, dayatmalara teslim olmayan düşlerini, dimdik duruşunu... Okunup unutulacak şiirlerden değil bu yüzden yazdıkları. Buruk bir tat bırakıyor, dönüp dönüp okuma isteği uyandırıyor. Çok
katmanlı bir dili var; sözcüklerin değişmeceli anlamları, her okuyuşta bir başka kılığa bürüyor şiiri.
İlhan Berk'in Şiirin Gizli Tarihi'ndeki yorumu gibi, “İyi bir şiir, bir şey anlatmaktan çok, bir şey sezdirir, duyurur. Şiirde anlam budur işte.” Erginbay şiirlerinde her ne kadar düşünmeye çağrı varsa da, asıl, sezgilerin kapısından giriyor okur o büyülü iklime. Öyle dinlenmiş, öyle duru, öyle bilgece ve kendinden emin akıp gidiyor ki dizeler, akıntıya kapılıp şiirin bir parçası olmak işten değil!
Bir şair Türk ve dünya edebiyatının iyi şairlerini tanımalı, bilmeli –en azından genel olarak- ve şiirini sevdiği, kendine yakın bulduğu şairleri daha çok okumalı. Okumalı, kavramalı ve sonra unutmalı.” Bir söyleşide dile getirdiği bu öneri, Şerif Erginbay şiirlerinin kendi sesini nasıl bulduğunu da açıklıyor.
Çağının ruhunu yakalamış bir şair o. Yaşadığı çağın getirdiği sosyal ilişkileri, ekonomik yapıyı, bu yapının insan üzerindeki etkilerini irdeliyor. Hayata, devrime, topluma, doğaya, aşka ve insana inanıyor, bu inançla var kılıyor kendini. Bitimsiz bir iç hesaplaşma seziliyor dizelerinde (bellekte küs zamanın burgusu/ onca yıldır oyuyor içimi/ onca yıldır/ onarılmaz olanın sakin öfkesi),  sivri köşeleri törpülenmiş bir isyan (Kasım yağmurları yumuşattıkça asi kalıyordu düşlerimiz), vazgeçişlerin kadife tenine dokunur gibi görünürken vazgeçememenin dikenli tellerinde kan revan... (Gözü karalığımızda devinen yol / yeniden çağırıyor bizi / her moladan sonra.)
Özgün, çarpıcı eğretilemeler (sudaki sabrın sakin şiiri/ incinir aceleci yağmur), karşıtlıkların bileşiminden yarattığı imgeler (gergefinde ruhumu dokuyor aç evren/ yine de dost kalıyoruz tok güneşle), zengin söz dağarcığı (baç, avlak, yolak, bungun, gündeş, berkitmek, düşbaz, aldaç, süveyda, göğem, atlangıç, eğriş, aklan, temren vs.) ve felsefe yüklü, farklı bakış açısı (silahı yüreğinde gömülü olanlar avlak aramazlar, tan vakti vururlar kendilerini), şiirlerinin en belirgin özellikleri. Erginbay, elinde fırça, sözcükler boyuyor. Üç boyutlu bir resmin içinde yitip gitmek gibi bu şiirleri okumak; daha önce hiç bakmadığımız, görmediğimiz, ayrımına varmadığımız renklere karışmak gibi...
“Unut(ama)mak” şiirlerin anahtar sözcüğü; ertelenmiş düşler, tutkuyla başlanıp tamamlanamamış, hem önünde hem ardında çığlıklar bırakmış bir öykü... (Dağılır ay çevreni,/ değişir bulut/ ve yineler kendini./ Düş kanar durur geçmişin eksik tarihini.)  Unutamadıklarımız, yaşanmamışlıklarımız değil mi zaten; yarım kalmışlıklarımız...
Yol kıyılarını topluyor;
Tedirgin uzanan ağaçlar siliyor belleğini.
Kış güneşi gecikmiş ürününe düşüyor tarlaların.
Terli alnın bildiğini unutan mendil rüzgar kolluyor
Kaybolmak için. Her yer toz.
Her yer toz; unutup gitmek için.”
Çok kullanılmış, yıpratılmış şiir temaları: Yalnızlık, yenilgi, ötelenmişlik duygusu, anları anıya dönüştüren zaman, eksik yazılmış tarihi hayatımızın, öfke, içten içe yaşanan isyan, edilginliğimizin ağır yükü...  Hep duyumsadıklarımız öyle farklı imgelerle, söz dizimleriyle çıkıyor ki karşımıza, bu şiirlerde her şey yepyeni...
Erginbay şiirini en güzel anlatan dizeler aşağıdakiler galiba; yürüdüğü her yolun tozunu bulaştırıyor okuyana. O kendi resmini çiziyor, ama resme bakan için sırlanıyor cam... Kendinde başkasını gösteren oluveriyor.
“Kendi resmini yapmak gibidir adımlar:
bütün kentlerden birer renk
dağlardan rüzgâr alır getirir
yayar boydan boya.
Yayar ruhunu bütün sokaklara.”
Şiirler vardır; içimizdeki narın kabuğunu çatlatır yumuşacık bir esintiyle...  “Ellerimin sesinden/ azar azar eksilen söz” dense de, bir çavlandan dökülürcesine yağan sözcükler, tanelerimize karışır.
Şiirler vardır; “İşte ağzım:” der şair,  “binlerce yol, / kilitli duruyor sana/  sözün anlamı aldattığı bir dünyada.”  Paslı bir kilit kırılır, anlamı kucaklamış sözün dünyası uzanır önümüzde yol yol...
Şiirler vardır; yalnızlığın en cümbür cemaat olduğu zamanda adressiz, pulsuz bir mektup atıverir kapımızın altından. Kimsesizliğe yazdığımız, kimseye göndermediğimiz mektupların bir yerlere ulaşacağı umudunu yeşertir.
“Gün benim neyimdi, bilemeden geçti yıllar.
Nice bulutlar süzülüp geçti yanağımdan, köklerimi yanıltmadı toprak;
ah olmasaydı kabuğumdaki bu tanıklıklar. 

Gün benim neyimdi, şimdi dallarımda kar; içimde sakin bir hasret var.
Yolda olduğumu bilirdim, yol benim ikizimdi; tohum ışırdı
yapraklarımın arasından, yol bunu bilirdi. Kar gizlerimizi vururdu yüzümüze:
aşk aydınlığındaydık o zamanlar.
Dağa boy verdim, açtım kendimi; yan yana oluşumuza sevindim.
Dilini anladım, dilimle çözüldüm; mevsimlerin neremizden geçtiğini gördüm.
Sularını dolaştır aynalı patikamdan, işte terimi sildim.
Hiç anlamasam da olur; gün benim neyimdi, şimdi dallarımda kar;
içimde sakin bir hasret var. O kadar..!”
“Bu şiir benim neyimdi?” duygusu veren şiirler vardır. Bazen “çok  yakındı(r) bize en uzağımızda olan.”


ÖZLEM ÇİÇEK

Poetika

Eğer aforizma biçiminde dillendirirsek çok farklı açılardan bakabiliriz sanata. Bu tarz bilginin sağladığı genel bakış ayrıntılarda yitip gitmekten korur bizi çoğu zaman. Bütün kötülüklerin anası; insanın üretimine ve üretiminin sonucuna, giderek doğaya, kendi cinsine yabancılaşması, yabancılaştırılmasıdır. Endüstriyel sistemler sonunda ‘insanın organik olmayan organı: doğa’ ile bağlarını dumura uğrattılar, kopardılar. Sömürünün, eşitsizliğin, savaşların, baskıların, ekolojik sorunların gün geçtikçe katlanarak büyümesi şu lanetli öngörüyü akla getiriyor: ‘İnsanlık toplu olarak soysuzlaşabilir.’ Ne yazık ki, yazılı tarih böyle bir evrime yönelmeyeceğimize ilişkin fazla bir kanıt sunmuyor bize. İnsan türü için böylesine korkunç bir yıkımın ancak sanat önüne geçebilir. Sanat, insan tinini yeni bir olgunluk sınavına hazırlayabilir. Sanat ve entelektüel çaba günlük yaşantıda insan davranışına yön verici içselleştirilmiş bir güce ulaşabilirse, tarihin ve coğrafyanın örsünde insan tinine yeni bir biçim vermeyi başarabilirse, belki o zaman gezegenimizde yaşanılası bir hayat filizlenebilir.

ŞERİF ERGİNBAY

Dar Köprü, Giriş Yazısı, 2000